20 Nisan 2013 Cumartesi

BİR DAMLA SU VEYA KİRKOT DERESİ


BİR DAMLA SU VEYA KİRKOT DERESİ
                Şimdi ben bu yazıyı kaleme alırım. Sonra herkes bir taraftan mızmızlanmaya başlar:
                “Of be kardeşim, sende her şeye burnunu sokuyorsun! Dere çamur akıyorsa akıyor, ne yapalım? Yetkililer baksın, bize ne? Sanki geçen yıl böyle akmadı mı? Aklın başına şimdi mi geldi? ” Daha birçok soru ve tenkit… Bilirim ki çözüm üretmek için kimse çalışmaz. Karıştığım için ben suçlanırım. Devlet memuru olduğumu hatırlatanları mı ararsınız, aba altından sopa gösterenleri mi? ülke menfaatini üç kuruşluk menfaatine tercih edenlerin bana akıl vermelerini mi? Bilirim ki benim sinirlerimi germek için sıraya girerler. Çünkü herkes kendisini yaşar. Herkes kendi gözleri ile görür, kendi beyni ile düşünür. Ne yapayım, ben de böyleyim işte. Memleketimin bir yerinde bir yara varsa onu görmeden edemiyorum. Gördüğüm çirkinlikler karşısında bir şeyler söylemezsem, yüreğim daralıyor, beynim karıncalanıyor, uykularım bölünüyor…
                Doğrusunu söylemem gerekirse zaman zaman ben de kendi kendime kızıyorum. “Etme kardeşim. Sana ne, “sallabaşını, al maaşını” diyenler grubuna sen de katıl. Al eline en uzunundan bir sigara, ilçenin tek caddesini baştan sona gezerken her şeyi içtiğin sigaranın ucundan çıkan dumanın gölgelerinde gör. Çocukluğunda elma topladığın kirkot deresini hep eski güzelliğinde hatırla. Donunu ıslatarak balık avladığın Hacın dersinin eski berraklığını hafızandan silme. Açma gözlerini. Bu güne bakıp sinir krizleri geçireceğine, yıllar önce merkez caminin yanındaki parkta yediğin helva ekmek damağında tat olarak kalsın!”
                Haklısınız! Ben de en az sizin kadar kendime kızıyorum ama olmuyor.
Hafta sonuydu. Evde elektrikler yoktu. Hava da yağmurluydu.  Sıkıcı bir hava ki sormayın. Evde bir durdum, iki durdum. Olmadı. Sıkıldım. Hava yağmurlu da olsa çıkıp biraz hava alayım, dedim. Önce evimin balkonundan dışarıları seyrettim. Evimin önünde şırıl şırıl akan obruk dersinin berraklığı içime bir ferahlık verdi. Aldım elime küçük fotoğraf makinemi kendimi dışarı attım. İlçemizin küçücük caddesini bir aştan bir başa dolaştım. Yukarılara, obruk şelalesine doğru gittim. Buralarda tabiatın güzelliğine hayran olmamanız mümkün değil. Şairliğiniz tutar. Yeter ki kendinizi suların sesine teslim etmesini bilin. O suların kayalardan çıkışı sizi alır bulutların üzerlerine kadar götürür. Ayaklarınız yerden kesilir. Of be… Bunları anlatması ne kadar güzel... Keşke bir de insan eli değmemiş olsa. Olur, olmaz yerlere koca kepçeler sokulmamış olsa. Tabiatın dokusu ile hoyratça oynanmamış olsa…
Sonra döndüm obruk dersinden. İlçemiz iki derenin arasına kurulmuş. Derlerden obruk deresini ziyaret edipte kirkot deresini ziyaret etmemek olur mu? Olmaz tabi. Ben de bu defa yönümü kirkot deresine çevirdim. Gitmez olaydım! Görmez olaydım!
Kirkot deresinin, çocukluğumdan beri bende özel bir yeri vardır. O derenin kaynağının çıktığı yerde bizim bahçemiz vardı. Bizim günümüzün çoğu o bahçede geçerdi. Bahçemiz adeta dere ile birleşikti. Bahçemizde bulunan elma ve ceviz ağaçlarının meyvelerini toplamak için onları çırpardık. O meyveler dereye dökülürdü. Biz de belimize kadar ıslana ıslana onları toplardık. Siz hiç akarsuda ıslanarak elma veya ceviz tutmanın tadına vardınız mı? Varmadıysanız zaten ben ne yazsam da size basit gelir. Ancak, bu yazının ne anlama geldiğini beline kadar suda ıslanarak elma toplayanlar anlarlar. Ya da akarsuda düşe kalka balık tutanlar… Eğer siz akarsuda bir şey tutmadıysanız kendinizi yorup bu yazının devamını okumayınız. Çünkü anlamazsınız. Ben de size anlatamam. Bilirim ki balın tadını ancak bal yiyenler bilirler. Gülün kokusunu gül koklayanların bildiği gibi…
Söyledim ya, “gitmez olaydım, görmez olaydım!” Kirkot deresi beni sapsarı yüzüyle karşıladı. Sarı, hüzün demektir. Sadece sarı değildi kirlot deresi. Sarıdan da ileri, sanki kiremit kırmızısına yakın bir renk. Yani hüznün de ötesinde. Çamur alıyor. Bildiğiniz çamur. Su neden çamur akar k? Su dağı denize taşırsa ancak çamur akar. Kirkot, dağı denize taşıyordu. Kendi kendime sordum:
“Bu suda canlı yaşar mı? Bu suda elma yenir mi? Bu suya ceviz çırpılır mı? Bu suda….?” Siz sorabildiğiniz kadar soruları birbirine ekleyiniz. Ama ben yeni bir soru daha sorayım:
Eminim ki şimdi siz bana soracaksınız:
Bu su neden böyle çamur olmuş?
1970’li yıllardı. Kirkot su kaynağının yukarılarında demir madeni çıkartıldı.  Maden çıkartmak için dağ delik deşik edildi. Yağmur yağınca maden suları da sel olup aktı. Sonra maden işletmesi maden çıkartmaktan vazgeçti. Seller yıllarca çamur olup dereye karıştı. Kirkot deresinde canlı nesli kalmadı. Dağlarda artık yavaş yavaş derelere çamur yollamaz oldu.
Maden çıkartma işlemi şimdi yeniden başladı. Derelere yine çamur akıyor. İşletmeci, ülke ekonomisine maden çıkartarak demir kazandırıyor.  Bazı insanlar burada çalışarak evlerine ekmek götürüyorlar. Bazı kamyonlar maden taşıyarak kazanç elde ediyorlar. Bunları kabullenmemek mümkün değil.
Ama gelelim madalyonun diğer yüzüne…
Kirkot deresi çamur akıyor. Kamyonlarla taşınamayan demir madeninin önemli bir kısmı Akdeniz’e doğru sularla taşınıyor. Kirkot deresinde canlı namına bir şey kalmıyor. Vatandaş olarak bizlerde hep birlikte seyrediyoruz.
Ya derelerdeki balıkları korumakla görevli olan yetkililer ne yapıyorlar?
Kimsenin işine karışmak gibi bir niyetim yok. Ama kirkot deresi çamur akıyor. Bunu arıtmanın mutlaka bir yolu vardır.
Yeni yüzyılda savaşların çoğunluğu bir damla su için çıkacağına göre, biz savaşı ellerimizle kaybediyoruz demektir.
Akarsuda balık tutanlara, elma toplayanlara ve ceviz çırpanlara sevgilerimle…



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder