19 Nisan 2013 Cuma

ŞU BİZİM HALLOŞ


ŞU BİZİM HALLOŞ
1994 yılında tanıdım onu. Hava soğuktu. Yerler buz tutmuş. Ayaz yüzümü yalıyordu. Bir göreve talip olmuştum. Gece gündüz evleri dolaşıyordum. İnsanların hanelerine misafir olmadan, onların ne yaşadığı bilinmiyor ki… Kim ne bilsin, kimde ne var. Her hane ayrı bir dünyadır. Her insanin ayrı bir insan olduğu gibi…
Akşamın alacakaranlığıydı. Çat kapı girdik bir haneye. Ev sahibi bizi kapıda karşıladı. Kaşlarını çatmadan, açtı evinin kapılarını sonuna kadar. Biraz tedirgin, biraz üzgün, biraz kırgındı.  Tek odalı bir hane… Soğuk ya her taraf, herkes bir odaya toplanmıştı. Fersiz yanan soba zor ısıtıyordu odayı. Daha çok insanların nefesleri oda sıcaklığını ayarlıyordu galiba…  Geçtik bir sedirin üstüne oturduk. Ev sahibi, ev sahipliğini yapmak için ne yapacağını şaşırıyordu. Onları rahatlatmaya çalıştım. Aslında kısa durmak istiyordum. Çok kısa bir “merhaba” deyip geçmek. Hal hatır sorup helallik dilemek… Ama olmadı.  Gözlerim sobanın arkasında kıvrılıp yatan bir çocuğa takıldı.
Çocuk, yarım yamalak bir şeyler söylemeye çalışıyordu bizlere. Kalktım yanına yaklaştım. Özürlü bir çocuk… Spastik özürlü. Gözlerimin önüne rahmetli Sakıp Sabancı’nın tek erkek evladı gelmişti. Herkes gibi ben de televizyonlarda tanımıştım onu. Ne de olsa zengin çocuğu, kim tanımaz ki onu. Tıpkı onun gibiydi yer yatağında yatan çocuk. Ama bir farkla… Biri varlıklı bir ailenin el bebek gül bebek çocuğu… Diğeri, yoksul mu yoksul bir ailenin sadece Halloş’u.
Adın ne dedim. Geveledi kelimeleri, bir türlü çıkmadı ağzından. Elleri, kolları, bacakları gerildi. Bir kelime söyleyebilmek için yanakları şekilden şekle girdi.
“Kadere bak!” dedim. “Hem yoksulluk, hem de hastalık vurmuş.  Simdi bir zengin çocuğu olsaydı, özel hastanelerde tedavi görüyor olurdu.”
Hiçbir şey yapamamanın üzüntüsü ile oradan ayrıldım.
Halloş beynime yer etmişti. Yanımda ne zaman bir Halil ismi geçtiyse, hep bizim Halloş aklıma geldi.
Aradan zaman geçti. Her defasında bizim Halloş’la Merhum Sakıp Sabancının oğlunu kıyaslamaya çalıştım. Halloş her geçen gün iradesini kullandı. Yoksulluğa, hastalığa sanki kafa tutarcasına ayaklarının üzerine kalkmayı başardı. Çünkü başarmak zorunda olduğunu biliyordu. Hasta ve fakir olan babasının bir süre önce ölmesi, Halloş’u daha azimli olmaya sevk etmişti. O da gerekeni yaptı.
Geçenlerde merhum Sakıp Sabancı’nın oğlunu televizyonda gördüm. Hala aynı durumda…
İlçe Bölük Komutanı Üsteğmen Sayın Sait Bayramoğlu onu bir günlüğüne asker etti. Üzerine asker elbisesi giydirdi. Bana göre o gün, Halloş’un en mutlu günüydü. Çakı gibi asker oldu. Herkese selam durdu.
Simdi elinde boya sandığı, ailenin geçimini sağlamaya çalışıyor.
Birkaç gün önce, her zaman ayakkabı boyadığı yerde onu dalgın vaziyette gördüm.  Gözlerini bir noktaya dikmişti. Usulca yanına kadar yaklaştım.  Varlığımı bile hissetmedi.
“Hayırdır Halloş! Niye böyle dalgınsın?”
Gözlerime baktı.
“Hava soğudu. Kış geliyor.”
“Gelsin be Halloşum! Ne olacak ki.”
“Kış gelince kimse ayakkabı boyatmaz!”
Eyvah! Eyvah ki, eyvah! Ben bunu hiç düşünmemiştim. Biz de kış çetin geçer. Kimse ayakkabı boyatmaz.
 Peki, ne olacak şimdi Halloş ve Halloş gibilerin hali?

NOT:BU YAZIYI 2009 YILINDA YAZMIŞTIM.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder