1994 yılında
tanıdım onu. Hava soğuktu. Yerler buz tutmuş. Ayaz yüzümü yalıyordu. Bir göreve
talip olmuştum. Gece gündüz evleri dolaşıyordum. İnsanların hanelerine misafir
olmadan, onların ne yaşadığı bilinmiyor ki… Kim ne bilsin, kimde ne var. Her
hane ayrı bir dünyadır. Her insanin ayrı bir insan olduğu gibi…
Akşamın
alacakaranlığıydı. Çat kapı girdik bir haneye. Ev sahibi bizi kapıda karşıladı.
Kaşlarını çatmadan, açtı evinin kapılarını sonuna kadar. Biraz tedirgin, biraz
üzgün, biraz kırgındı. Tek odalı bir hane… Soğuk ya her taraf, herkes bir
odaya toplanmıştı. Fersiz yanan soba zor ısıtıyordu odayı. Daha çok insanların
nefesleri oda sıcaklığını ayarlıyordu galiba… Geçtik bir sedirin üstüne
oturduk. Ev sahibi, ev sahipliğini yapmak için ne yapacağını şaşırıyordu.
Onları rahatlatmaya çalıştım. Aslında kısa durmak istiyordum. Çok kısa bir
“merhaba” deyip geçmek. Hal hatır sorup helallik dilemek… Ama olmadı.
Gözlerim sobanın arkasında kıvrılıp yatan bir çocuğa takıldı.
Çocuk, yarım
yamalak bir şeyler söylemeye çalışıyordu bizlere. Kalktım yanına yaklaştım.
Özürlü bir çocuk… Spastik özürlü. Gözlerimin önüne rahmetli Sakıp Sabancı’nın
tek erkek evladı gelmişti. Herkes gibi ben de televizyonlarda tanımıştım onu.
Ne de olsa zengin çocuğu, kim tanımaz ki onu. Tıpkı onun gibiydi yer yatağında
yatan çocuk. Ama bir farkla… Biri varlıklı bir ailenin el bebek gül bebek
çocuğu… Diğeri, yoksul mu yoksul bir ailenin sadece Halloş’u.
Adın ne dedim.
Geveledi kelimeleri, bir türlü çıkmadı ağzından. Elleri, kolları, bacakları
gerildi. Bir kelime söyleyebilmek için yanakları şekilden şekle girdi.
“Kadere bak!”
dedim. “Hem yoksulluk, hem de hastalık vurmuş. Simdi bir zengin çocuğu
olsaydı, özel hastanelerde tedavi görüyor olurdu.”
Hiçbir şey
yapamamanın üzüntüsü ile oradan ayrıldım.
Halloş beynime
yer etmişti. Yanımda ne zaman bir Halil ismi geçtiyse, hep bizim Halloş aklıma
geldi.
Aradan zaman
geçti. Her defasında bizim Halloş’la Merhum Sakıp Sabancının oğlunu kıyaslamaya
çalıştım. Halloş her geçen gün iradesini kullandı. Yoksulluğa, hastalığa sanki
kafa tutarcasına ayaklarının üzerine kalkmayı başardı. Çünkü başarmak zorunda
olduğunu biliyordu. Hasta ve fakir olan babasının bir süre önce ölmesi,
Halloş’u daha azimli olmaya sevk etmişti. O da gerekeni yaptı.
Geçenlerde
merhum Sakıp Sabancı’nın oğlunu televizyonda gördüm. Hala aynı durumda…
İlçe Bölük
Komutanı Üsteğmen Sayın Sait Bayramoğlu onu bir günlüğüne asker etti. Üzerine
asker elbisesi giydirdi. Bana göre o gün, Halloş’un en mutlu günüydü. Çakı gibi
asker oldu. Herkese selam durdu.
Simdi elinde
boya sandığı, ailenin geçimini sağlamaya çalışıyor.
Birkaç gün
önce, her zaman ayakkabı boyadığı yerde onu dalgın vaziyette gördüm.
Gözlerini bir noktaya dikmişti. Usulca yanına kadar yaklaştım. Varlığımı
bile hissetmedi.
“Hayırdır
Halloş! Niye böyle dalgınsın?”
Gözlerime
baktı.
“Hava soğudu.
Kış geliyor.”
“Gelsin be
Halloşum! Ne olacak ki.”
“Kış gelince
kimse ayakkabı boyatmaz!”
Eyvah! Eyvah
ki, eyvah! Ben bunu hiç düşünmemiştim. Biz de kış çetin geçer. Kimse ayakkabı
boyatmaz.
Peki, ne
olacak şimdi Halloş ve Halloş gibilerin hali?
NOT:BU YAZIYI 2009 YILINDA YAZMIŞTIM.
NOT:BU YAZIYI 2009 YILINDA YAZMIŞTIM.

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder