19 Nisan 2013 Cuma

İKİ BİLGE İNSAN, BİR KİTAP


İKİ BİLGE İNSAN, BİR KİTAP
Bu Pazar, ilçemizin tek parkı olan, ilçemizin eski kaymakamlarından rahmetli Kadri Eroğan’ın 1940’lı yıllarda yaptırmış olduğu, ancak o günden bu güne kadar bir türlü bir isim verilemeyen tek parkında vaktimi geçirdim. Parkın merkez cami yanında olması, ramazan ayında olmamız, özellikle ezan vakitlerinde ilçemizin hatırı sayılır insanların parka gelmesine vesile olduğu için ben de vaktimin bir kısmını onlarla sohbete ayırdım.
Bizde park sohbetleri başlı başına bir kitabın konusu olabilir.  Ama ben bu gün iki bilge insanla bir kitabı anlatacağım.
Bilge insanlardan birisi, uzun yıllar ilçemizde belediye başkanlığı da yapmış olan, şimdilerde 94 yaşında bulunan Mahir Yazıcıoğlu, diğeri de emekli öğretmenlerimizden Duran Coşkun ağabeylerimdir.
Bu iki sayın insanı ilçede ne zaman görürseniz ellerinde mutlaka ya bir gazete ya da bir kitap görüsünüz. Her zaman düzgün giyimli, her zaman bir beyefendi duruşları ile dikkatinizi çekerler.
Duran Hocam, benim bütün kitaplarımı en ince ayrıntıları ile okur ve beni her gördüğü yerde kitaplarımın bir değerlendirmesini yapar. Hem şiirlerim, hem de yazılarım üzerinde çok güzel sözleri ondan duymak azmimi bir kez daha kamçılar. İyi bir okuyucu ve aynı zaman da da iyi bir edebiyatçı olması söylediği sözlerin anlamına bir başka güzellik verir.
Duran Hocamla konuşurken söylediği şu sözler beni düşündürdü. Duran Hocam diyor ki, “çevrene şöyle bir bak, elinde gazete veya kitap olan bir insan göremezsin. Yaşlılardan ziyade gençlerin okumuyor olmalarına çok üzülüyorum.”
Duran Hocam haksız mı sizce?
Mahir Abi’yi de (Mahir Yazıcıoğlu) ne zaman görseniz elinde bir gazete, parkın bir köşesine çekilmiş dikkatlice onu okuduğunu görürsünüz.
O gün yine elinde bir gazete, parkın köşesinde gazetesini okuyordu. Selam verdim yanına yaklaştım. Mahir Abi selamımı aldıktan sonra, “sana sitemim var” dedi bana. Ve devam etti. “Çok güzel bir kitap yazmışsın. Kitabına hemen hemen herkesi yazmışsın. Ama beni yazmamışsın. Beni neden yazmadın?” diye sitemde bulundu.
Mahir Abi sitem etmekte çok haklıydı. Tepkisi de, serzenişi de bir beyefendi tavrındaydı.
Aslında ben “Hacın Yanık Şehrin Hikâyeleri” kitabımı yazarken bu tür sitemlerinin olacağını biliyordum. Onun için de kitabıma aynen şunları yazmıştım.
Şu küçücük kitabı hazırlarken dinlediklerimin hepsini yazmaya kalkışsaydım emin olun bunun gibi yüzlerce kitap meydana çıkardı. Bu kitap yayımlandığında en büyük tepkiyi, en yakınımdaki insanlardan alacağımı biliyorum. Yüzlerce insan;” bizden neden bahsetmedin. Benim de anamı katlettiler. Benim de bacımı katlettiler. Benim soyumu geçirdiler. Benim kardeşimi öldürdüler. Benim dedemin derilerini yüzdüler. Benim ebemin ırzına geçtiler. Benim anamın memelerini kestiler. Benim kardeşimin gözlerini oydular. Benim bacıma kazık çaktılar. Benim evimi-ocağımı yaktılar. Benim kardeşimi kaynar kazanlarda haşladılar ve benim yakınlarımı kiliseden aşağıya attılar” diyecekler. Belki de bu; benim, benim, benim” diye başlayan cümlelerin arkasına binlerce işkence çeşidi sıralanacak. Hangi birine yürek dayanır. Hangi birini yazarsın ki.
Evet, Kanlı Kuyudan sağ çıkabilenlerin çocukları; eksik yazdığım için bana kızacağınızı biliyorum. Ancak daha fazlasını yazmaya benim özüm varmıyor. Her yazdığım cümlenin ardından akan gözyaşlarımı silmekten yoruldum. Birileri bir yerlerde kafa çekerlerken, diğerleri dedesinin kahramanlık hikâyelerini anlatırlarken, ben savaşa zorlanan bu milletin dramıyla uğraşıyorum,” demiştim.
Mahir Abi de bana; dedesinin, nenesinin ve dayısının katlediliş hikâyelerini anlattı. Tıpkı benim, Hacın Yanık Şehrin Hikayeleri’de olan diğer hikâyeler gibi yürek yakıcıydı. Gönül istiyor ki, günden güne okumaktan uzaklaşan yeni nesil 94 yaşına gelmiş Mahir Abi gibi bilge kişileri bulsun ve bu vatanın nasıl vatan olduğunu birinci ağızdan dinlesin. Zaman çok geç olmadan…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder