İKİ BİLGE İNSAN, BİR
KİTAP
Bu Pazar, ilçemizin tek parkı
olan, ilçemizin eski kaymakamlarından rahmetli Kadri Eroğan’ın 1940’lı yıllarda
yaptırmış olduğu, ancak o günden bu güne kadar bir türlü bir isim verilemeyen
tek parkında vaktimi geçirdim. Parkın merkez cami yanında olması, ramazan
ayında olmamız, özellikle ezan vakitlerinde ilçemizin hatırı sayılır insanların
parka gelmesine vesile olduğu için ben de vaktimin bir kısmını onlarla sohbete
ayırdım.
Bizde park sohbetleri başlı
başına bir kitabın konusu olabilir. Ama
ben bu gün iki bilge insanla bir kitabı anlatacağım.
Bilge insanlardan birisi, uzun
yıllar ilçemizde belediye başkanlığı da yapmış olan, şimdilerde 94 yaşında
bulunan Mahir Yazıcıoğlu, diğeri de emekli öğretmenlerimizden Duran Coşkun ağabeylerimdir.
Bu iki sayın
insanı ilçede ne zaman görürseniz ellerinde mutlaka ya bir gazete ya da bir
kitap görüsünüz. Her zaman düzgün giyimli, her zaman bir beyefendi duruşları
ile dikkatinizi çekerler.
Duran Hocam,
benim bütün kitaplarımı en ince ayrıntıları ile okur ve beni her gördüğü yerde
kitaplarımın bir değerlendirmesini yapar. Hem şiirlerim, hem de yazılarım
üzerinde çok güzel sözleri ondan duymak azmimi bir kez daha kamçılar. İyi bir
okuyucu ve aynı zaman da da iyi bir edebiyatçı olması söylediği sözlerin
anlamına bir başka güzellik verir.
Duran Hocamla
konuşurken söylediği şu sözler beni düşündürdü. Duran Hocam diyor ki, “çevrene
şöyle bir bak, elinde gazete veya kitap olan bir insan göremezsin. Yaşlılardan
ziyade gençlerin okumuyor olmalarına çok üzülüyorum.”
Duran Hocam
haksız mı sizce?
Mahir Abi’yi de
(Mahir Yazıcıoğlu) ne zaman görseniz elinde bir gazete, parkın bir köşesine
çekilmiş dikkatlice onu okuduğunu görürsünüz.
O gün yine elinde
bir gazete, parkın köşesinde gazetesini okuyordu. Selam verdim yanına
yaklaştım. Mahir Abi selamımı aldıktan sonra, “sana sitemim var” dedi bana. Ve
devam etti. “Çok güzel bir kitap yazmışsın. Kitabına hemen hemen herkesi
yazmışsın. Ama beni yazmamışsın. Beni neden yazmadın?” diye sitemde bulundu.
Mahir Abi sitem
etmekte çok haklıydı. Tepkisi de, serzenişi de bir beyefendi tavrındaydı.
Aslında ben
“Hacın Yanık Şehrin Hikâyeleri” kitabımı yazarken bu tür sitemlerinin olacağını
biliyordum. Onun için de kitabıma aynen şunları yazmıştım.
“Şu küçücük kitabı hazırlarken dinlediklerimin hepsini yazmaya
kalkışsaydım emin olun bunun gibi yüzlerce kitap meydana çıkardı. Bu kitap
yayımlandığında en büyük tepkiyi, en yakınımdaki insanlardan alacağımı
biliyorum. Yüzlerce insan;” bizden neden bahsetmedin. Benim de anamı katlettiler.
Benim de bacımı katlettiler. Benim soyumu geçirdiler. Benim kardeşimi
öldürdüler. Benim dedemin derilerini yüzdüler. Benim ebemin ırzına geçtiler.
Benim anamın memelerini kestiler. Benim kardeşimin gözlerini oydular. Benim
bacıma kazık çaktılar. Benim evimi-ocağımı yaktılar. Benim kardeşimi kaynar
kazanlarda haşladılar ve benim yakınlarımı kiliseden aşağıya attılar”
diyecekler. Belki de bu; benim, benim, benim” diye başlayan cümlelerin arkasına
binlerce işkence çeşidi sıralanacak. Hangi birine yürek dayanır. Hangi birini
yazarsın ki.
Evet, Kanlı Kuyudan sağ çıkabilenlerin
çocukları; eksik yazdığım için bana kızacağınızı biliyorum. Ancak daha
fazlasını yazmaya benim özüm varmıyor. Her yazdığım cümlenin ardından akan
gözyaşlarımı silmekten yoruldum. Birileri bir yerlerde kafa çekerlerken,
diğerleri dedesinin kahramanlık hikâyelerini anlatırlarken, ben savaşa zorlanan
bu milletin dramıyla uğraşıyorum,” demiştim.
Mahir Abi de bana;
dedesinin, nenesinin ve dayısının katlediliş hikâyelerini anlattı. Tıpkı benim,
Hacın Yanık Şehrin Hikayeleri’de olan diğer hikâyeler gibi yürek yakıcıydı.
Gönül istiyor ki, günden güne okumaktan uzaklaşan yeni nesil 94 yaşına gelmiş
Mahir Abi gibi bilge kişileri bulsun ve bu vatanın nasıl vatan olduğunu birinci
ağızdan dinlesin. Zaman çok geç olmadan…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder